Yavuz Bülent Bakiler'in Ardından 01 Ekim 2025, 08:20

Merhum Yavuz Bülent Bakiler’le ilk karşılaşmam Bostancı’dan Adalar’a giderken ada vapurunda oldu. O yıllarda hatırası mahfuz bir gerekçeyle adalara pazarlamaya gidiyorum. Elimde ürünler var. Genç ve güçlüyüm, ama ürünleri taşımakta zorlanıyorum. İkimizin de patronu olan şirketin kurucusunun ürünlerini tanıyan Yavuz Bülent Bey ısrarla taşıdığım ürünlerin bir kısmını elimden aldı ve vapura birlikte taşıdık. Sonra vapur sohbeti… Büyükada’ya indiğimizde beni kardeşinin dükkânına götürdü. Çay ikramı ile sohbete devam ettik… Yazılarından ve eserlerinden zaten tam bir İstanbul beyefendisi olduğunu hissettiriyordu ama o gün ilk karşılaşmamızda bunu tam manasıyla icraatıyla da gösterdi.
Çok öncesinde, ortaokul ve lise yıllarımda kitap kurdu tabirine tam muhatap olmasam da hem kitap okur hem de öğrenci arkadaşlarımla paylaşırdım...
Lise edebiyat öğretmenim Abdurrahman Kelleci Merzifon’da tanınmış bir ailenin evladıydı. İyi giyinirdi! Türkçemdeki hassasiyetimde emeği vardır. Türkçe’nin Karanlık Günleri’ni onun tavsiyesiyle okumuştum ve tabi başka kitapları...
Babamın benim ve kardeşlerim için aldığı ansiklopediler, kitaplar, Nihat Sami Banarlı’nın eserleri ve o yıllarda meşhur yerli ve milli muharrirlerin eserleri, yazıları hamurumuzda etkili olmuştur…
Yavuz Bülent Bakiler Türkiye Gazetesi’nde yazmaya başlayınca belki en çok sevinenlerden biri bendim. Tabi başta merhum Seyid Ahmed Arvasî, Ahmet Kabaklı ve pazar yazılarını okumak için günleri iple çektiğim, okumaya doyamadığım merhum Tarık Buğra ve diğer mühim şahsiyetler de bu kültür zengini ailenin içinde vardı.
Yavuz Bey’in üslubunu beğeniyor bütün yazılarını okuyordum. Üslubu ve Türkçeyi çok iyi kullanması beni cezbediyordu. Şimdilerde kendisine güzellemeler yapılan bir komünistin aziz Türk milletine rol model olamayacağını beş ayrı yazısıyla ortaya koymuş, bu şahsın ahlaksızlığını ve edepsizliğini Türk gençlerini korumak için ifşa etmişti.
Türkçe, Türk milleti, tarihimiz ve bütün kültürümüz konusunda tedbirleri ve birikimleri doğrultusunda çok hassas ve cesurdu. Araştırmaya, okumaya ve doğruları bulmaya açık hissiyatı onun yaşayan birçok Türk aydınından daha çok bilgili ve doğruları gören bir seviyeye gelmesinde yardımcı olmuştu. Tespit edebildiği, anlayabildiği ölçüde uydurma bilgilerin değil, masalların değil, hakikatin yanında olduğunu net bir şekilde bütün yazı ve konuşmalarında ortaya koydu. Sosyal medyadaki konuşmaları ve yazılarını takip edenler bunu çok açık ve net bir şekilde görür. Ama uydurma tarih ve yalanlara demir atıp bu ahlaksız masallarla avunmaya çalışanlara doğruları kabul ettirmek, anlatmak o kadar zor ki… Yavuz Bülent Bakiler bunu da yaşayarak gördü. Gönülleri mankurtlaştırılmış, beyinleri uydurma ve iftira dolu çağ dışı düşünce ve ideolojilere kodlanarak endekslenmiş insanlara doğruyu anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Hatta büyüklerin ifade ettiği gibi ahmaklara doğruları kabul ettirmek mümkün değil.
Ben rahmetli Hatip Dedem’den İslamiyet’in temel inanç ve prensiplerini ilkokul çağlarımda öğrenmiştim. Çok önemli temel dini bilgileri her isteyen o senelerde de şimdi de bir iki kıymetli kitaptan kolayca öğrenebilir. Orta okul-lise öğrenciliğimde bu konulardan bîhaber ve savrulan öğrenci arkadaşlarım ve öğretmenlerimi gördükçe hayıflanırdım. O zamanlar Humeyni’yi İslam şeriatı devleti kurdu diye anlatan ve müdafaa edenlerle mücadelelerim, yeni palazlanan FETÖ’nün kırk yedi yıl önce fitneci ve bozguncu olduğunu anlamam ve derinden mücadelemiz beni yakınıyla tanıyanların da malumudur. Maalesef bu konularda çok değerli aydınlarımız onlarca yıl büyük yanılgılara düşmüşlerdir. Buna benzer konularda hâlâ gözleri kör, kulakları sağır, hakikatten uzak on binlerimiz yüz binlerimiz var. Ölçüyü alıp-içselleştirip bunun üzerinde hassasiyetle durmadığınız zaman bu tür yanılgılar her zaman kaçınılmazdır.
Akrabalarım anlattı. Yavuz Bülent Bakiler’i bir konferans için memleketime davet etmişler. Şehre gelince istirahat için misafir ettikleri odada kendisine “Yavuz Bey ne alırsınız?” demişler. Yavuz bey de “Bir şey almam” demiş. Sonra tekrar aynı şekilde sormuşlar aynı cevabı almışlar. Bir müddet sonra efendim bir çay ikram etseydik deyince kabul etmiş. Tekrar sormuşlar, daha önce niçin teklifimize müspet cevap vermediğiniz dendiğinde, siz deminden beri ne alırsınız diye soruyorsunuz. Ben de bir şeye ihtiyacım olmadığını söyledim almak için. İçer misiniz, yer misiniz diye sormadınız, cevabını vermiş. Doğrusu bu hatırayı nakledenlerden dinledikten sonra konuşmalarımda kullandığım kelimelere cümlelere ve üsluba daha dikkatli olmaya çalıştım. Her daim kendisini hayırla yâd ettim.
İlk okuduğum kitabı yanlış hatırlamıyorsam Üsküp’ten Kosova’ya idi. Okuduğumda ağladım. Kendisine dua ettim. Yıllar sonra Avusturya’da yaşayan değerli kardeşim Hüseyin Taş’ın Viyana’daki ofisinde beklerken rafta gördüğüm bu kitabı tekrar okudum ve tekrar ağladım.
Sonraları kendisi çalıştığım kurumlarda öğrencilerimize ve öğretmenlerimize hitap etmek üzere vazife yaptığım eğitim kurumlarımıza geldi. Bir defasında konuşması esnasında lise öğrencilerine, ‘Gençler size (şimdiki parayla ifade ediyorum) dört yüz lira versem bununla bir çorap belki de harcıalem bir gömlek alabilirsiniz. Ama dört bin lira versem üzerinize giyebileceğiniz kıyafetleri fiyatı kesenize uygun bir yerden alabilirsiniz. Eğer az kelime bilirseniz ihtiyacınızı karşılayamaz iletişim hataları yaparsınız. Çok kelime bilirseniz ihtiyacınızı çok iyi karşılarsınız. Bunun da yolu, Türkçesi ve muhteviyatı düzgün ve doğru metin ve kitapları çok okuyarak bu konuda hassasiyeti olan hatipleri dinleyerek olur’ demişti.
Ara ara görüşürdük. Yazı ile paylaştığım fotoğraflar 3 sene önce fiziki olarak son görüşmemize ait. Dr. Faruk Öndağ ile bir sohbetimizde beraber ziyaret edelim diye karar vermiştik. Kardeşlerim araştırmacı-yazar Mehmet Koç, şair ve yazar Av. Mustafa Koç, Av. Müsenna Koç ve diğer ziyaretçilerle kalabalık bir ekiple evinin bahçesinde ziyaret edip sohbet etmiştik ve ileriye dönük görüşmeler yapmıştık. Rahatsızlığı vardı. Bu görüşmemizde, ‘Son senelerde her yıl bir iki defa beni öldürüyorlar, görüyorsunuz ölmedim’ diye espri yapmıştı.
Çünkü o aralar Yavuz Bülent Bakiler vefat etti haberleri sosyal medyada, basında çok sık çıkıyordu. Daha sonraki görüşmelerimizde bazen telefonuma çıkamadı… Bundan önce evindeki görüşmemizde, fâsılalarla bir araya gelelim yemek bahanesiyle edebiyat ve kültür sohbetleri yapalım, dostlarımızla buluşalım diye mutabık kalmıştık. Bir defasında kendisine, abi sana kızıyorum, demiştim... Sormadan neden der gibi bana baktı. Ben de kendisine, Türkiye Gazetesi’ndeki yazılarından çok istifade ediyorduk. Zevkle okuyordum çok şey öğrendik. Günlük yazı yazmayı bırakarak sevenlerini ve bizi mahrum ettin buna hakkın yok, dedim. Bana cevap vermedi.
Merhum, aynı zamanda çok vefalı ve minnettar bir kişiliğe sahip idi. Görüşmelerimizde merhum Enver Ören Abi’den sitayişle bahseder, Enver Abi’nin kendisine dairesini aldığı esnasındaki beklenmedik desteğine çok şaşırdığını belirterek Enver Bey’in çok iyiliğini gördüm derdi.
Kültürümüze dair yazıları ve konuşmalarının bir kısmı, muhteva itibari ile yakın tarihimizdeki aziz Türk milletine ve dolayısıyla aslında bütün insanlık âlemine yapılmış kültür soykırımının çok acı ve dünyada pek örneği olmayan gerçekleridir...
Yazılı dünya tarihinde Türkçemize yapılan suikast ve zulüm hiçbir milletin diline yapılmamıştır. Bu zulmün bir kısmını da maalesef bilinçsiz ve gerçekleri öğrenmek ve araştırmaktan imtina eden öz evlatlarımız vasıtasıyla yapmışlardır. Bu yapılan “Dil reformu değil, zenginliğin ihaneti!”dir. “Neyim varsa, birer birer; tutup çarmıha gerdiler!..”
Aydın, duyarlı Türk gençleri bu konuyu çok iyi araştırıp incelemeli hem kendilerine hem de ülkesine hizmet etmelidir. Kelime olarak yüz binlerden on beş binlere indirilen ve uydurukça ile iğfal edilen Türkçemizle sadece biz Türkler değil bütün insanlık medeniyeti zarar gördü… En başlarda Yavuz Bülent Bakiler Bey olmak üzere bazıları da vefat etmiş olan münevverlerimiz, çok değerli şahsiyetler bu hususlarda uzun yıllardır mücadele ediyorlar...
Bir âlem düşünürüm ezan sesinde;
Bir âlem: Ötenin çok ötesinde.
Kimseler görmese, gidip diz çöksem;
Ağlasam caminin bir köşesinde...
YBB
Anamın ak sütü gibi berrak, temiz ve mübarek Türkçeme, Türk Edebiyatı’na ve yakın tarihle ilgili konuşmaları ile Türk Milleti’ne çok hizmeti olmuştur. Allahü Teâlâ rahmet eylesin...
---------------------
TÜRK MİLLETİ BÖYLE BİR ZULÜM GÖRMEDİ
Hocanın elini öpüp İstanbul’dan ayrıldım. Ben Kastamonu’ya döndükten bir süre sonra, tekkeler ve türbeler kapatıldı.
Esad Efendinin dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Dindarlar göz hapsine alındı. Kur’an kursları yasaklandı. 1928 yılında Harf inkılabı ilan edilince, biz Kastamonu’da iki dehşetli hadiseyle karşı karşıya kaldık:
Vali tellal bağırttırdı:
“Ey ahali! Bundan sonra hiç kimse Arap alfabesiyle okuyup-yazmayacak!
Arap alfabesi yasaklanmıştır. Kimin evinde eski Türkçeyle yazılı kitap varsa getirip vilayete teslim etsin! Evlerinde, dükkânlarında eski Türkçe eser bulunduranlar şiddetle cezalandırılacaktır!
Duyduk duymadık demeyin haaa!”
Halk korku içindeydi. Bazı kimseler, evlerindeki eski Türkçe kitapları, bahçelerinin bir tarafına gömdüler. Bazı kimseler, o kitapların değerine bakmadan götürüp sulara attılar. Bazı kimseler de getirip vilayetteki yetkililere teslim ettiler.(Moğol baskınları ile yakıp yıkılan nice değerli kütüphanelerimizin hikayesi ciğerlerimizi dağlarken o günün şartlarındaki uygulamaya ne demeli)
Gözlerimle gördüğüm dehşetli bir hadiseyi hiç unutamıyorum:
Hacı Kadı Camiinin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında, binlerce kitap vardı ki hepsi de eski harflerle yazılıydı. O kitaplar arasında el yazması çok kıymetli eserler, salnameler, cönkler, divanlar, padişah fermanları, ilim ve fen kitapları da bulunuyordu. Bir gün o eserlerin hepsini, belediyenin gübür (çöp) arabalarına abur-cubur yığarak şehrin dışına çıkardılar ve orada hepsini birden cayır cayır yaktılar. Dersaadetten gelen padişah fermanları, gümüş çerçeveliydi.
Kitap yangınına o gümüş çerçeveli fermanlar da atıldı. Halk üzerinde öyle büyük bir korku vardı ki, oradaki vazifelilerden hiçbiri, cesaret edip de o gümüş çerçeveleri olsun alamadı. Kastamonu, sanki yunan işgaline uğramıştı.
Artık, Kur’an okumak da, okutturmak da suç sayılıyordu.
Sokaklarda zaman zaman şöyle manzaralarla karşılaşıyorduk:
Bekçiler veya jandarmalar önünde bir cami imamı görüyorduk.
Adamın elleri kelepçeli olurdu. Bazen de bilekleri bir dana ipiyle bağlanırdı. Koltuğunun altında suç unsuru olan bir Kur’an-ı Kerim bulunurdu. İmamın yanında da 8-10 yaşlarında üç beş çocuk yürürdü. Adamın suçu: Çocuklara Kur’an okumayı öğretmekti.
Bu kitap yakma işinden sonra sıra vakıf eseri olan camilerimizin satışına geldi.
Diyeceksiniz ki, “vakıf eseri hiç satılır mı? Vakfeden kişilerin maksatları dışında kullanılır mı?” Devir, başka devir beyefendi! Memlekette muhalefet yok!
Muhaliflerin kafaları koparılıyor! Muhalifler zindanlara atılıyor! Padişahlık kaldırılmış ama herkes bir padişah gibi!
Kastamonu’da yaşadığım dehşet verici ikinci hadise vakıf eseri olan camilerimizin satılması oldu.
1930’lu yıllarda şehrin içinde 42 veya 44 camimiz vardı.
Devrin valisi, bu camilerden 33’ünü satışa çıkardı. Satışı istenen camiler arasında, bizim Yılanlı Camimiz de vardı. Onu, belki üç yüz sene önce, benim dedelerim hayır için yaptırmışlar ve halkın ibadetine cami olarak vakfetmişlerdi. Şimdi o yetkili geliyor, sanki Yılanlı Camii kendi babasının tapulu malıymış gibi, onu satışa çıkarıyordu, iyi mi?
Biz kendi camimizi devletten, o zamanın parasıyla beş bin liraya yeniden satın aldık ama onun cami özelliğini katiyen bozmadık. Onu yine cami olarak halkın ibadetine açık tuttuk. Satılan otuz üç camiden, bu gün sadece üç tanesi ayaktadır: Biri bizim Yılanlı Camimizdir. Diğer ikisiyse: Karanlık Camiyle, Keskin Efendi Camii!
Diyeceksiniz ki öteki camiler ne oldu? Onlar, yeni sahipleri tarafından yıkıldılar. Yerlerine ya ev yapıldı ya dükkân ya bahçe!
Şimdi burada belirteceğim önemli bir husus var:
Ben, ömrüm boyunca, çeşitli tecellilere şahit oldum. Vakıf eseri o otuz camiyi devletten satın alarak yıktıranların hepsi de perişan oldular.
Vallahi billahi onlardan kimisi iflas etti. Kimisi, amansız hastalıkların pençesinde inleye inleye öldü. Kimisi zürriyetsiz kaldı. Zamanla dilenenleri bile gördüm. Kimisi de paraya pula rağmen huzurunu kaybetti. Bir lokma ekmeği, ağız tadıyla yiyemedi.
O 1930’lu yıllardı, halk, korkusundan Cuma namazlarına bile gelemiyordu.
Hazin hatıralarımdan biri de şudur: Ben, bizim Yılanlı Camimizde müezzinlik yapıyordum.
Camimizin bir de imamı vardı. Vakit namazların genellikle ikimiz kılardık. Ama Cuma namazı için en az üç kişi olmak lazım!
Cuma vakti girince kalkıp ezan okuyordum. Görüyordum ki üçüncü kişi yok. Kapının önüne çıkıp gelene gidene yalvarıyordum. “Yahu biriniz Allah rızası için gelin de cemaat olup Cuma namazını kılalım!” diyordum.
Halk ürküyor, omuz silkip geçiyordu.
Kastamonu bir gâvur işgaline uğramış olsaydı, halk bu zulme karşı direnirdi. Ama kendi yöneticilerinin zulmü önünde kan kusuyor, “kızılcık şerbeti içtim!” diyordu.
El yazması eserlerimiz, kitaplarımız yakıldıktan, camilerimiz satıldıktan sonra sıra kıymetli halılara ve antika eşyalara geldi.
Size hangisini anlatsam beyefendi? Musa Fakih veya Zihnizâde Camiinin çok güzel ve çok büyük bir halısı vardı.
Bütün Kastamonu, o halının vakti zamanında beş yüz altına alındığını bilirdi. İşte o güzelim halıyı bir gün, Zihnizade Camiinden alıp valinin makam odasına serdiler. İtiraz etmek kimin haddine düşmüş.
Halı, bir süre valinin ayakları altında kaldı. Sonra bir gün nasıl olduysa o nadide halı, vilayet konağından, hem de valinin makam odasından çalınıp gitti. 70-80 metrekare büyüklüğünde bir halıyı tek başına kim dürebilir, tek başına kim omuzlayabilir ve sonra hiç kimseye görünmeden vilayet konağından kim sıvışıp gidebilir?
Hiç kimse, o halının, bir gece yarısı, nasıl kanatlanıp uçtuğunu öğrenemedi!
Hiç kimse, o modern hırsızlık üzerine yürümek cesareti gösteremedi.
Kastamonu halkı “Bizim o antika halımız ne oldu?” diyemedi.
Zamanın Kastamonu valisi de o müthiş hırsızlık üzerinde hiç durmadı.
Sanki odasından, eski, günü geçmiş bir gazete parçası alınıp götürülmüş gibi bir tavır takındı. Polisler, eskici pazarlarında bir-iki dükkâna şöyle bir girip çıktılar, sonra onlar da işin peşini bıraktılar. Halının nerede, kimin evinde dürülü kaldığını çok iyi bildikleri halde oralara yanaşamadılar. Hatta çalınan halının çok yakınlarında nöbet tuttular. Hırsızlığa göz yumdular.
Ah biz ne günler yaşadık beyefendi!
Rabbim, milletimize ve devletimize o karanlık günleri bir daha göstermesin!”
Yavuz Bülent Bakiler
HAMİ KOÇ - YK ÜYESİ / EĞİTİMCİ & SOSYOLOG
DIĞER HABERLER
-
Okullarda Çantasız Eğitim Mümkün Mü?
03 Ekim 2025, 10:12 -
Özel Öğretim Kurumlarında Çalışan Eğitim Personelinin İş Sözleşmesinde Değişiklik
02 Ekim 2025, 08:13 -
ÖZKURBİR Başkanı B. Enis Şener, İstanbul Ticaret Odası Eğitim Komitesi ile Bakü Kitap Fuarı’nda
01 Ekim 2025, 16:04 -
Bilgin Pelister'den AHaber'e röportaj
01 Ekim 2025, 15:44 -
Yavuz Bülent Bakiler'in Ardından
01 Ekim 2025, 08:20 -
İroni/İronik Olaylar
01 Ekim 2025, 08:01 -
Geçmişin Sesini Yazmak: Türk Müziği Tarihi Üzerine Sorgulayıcı Bir Yolculuk
30 Eylül 2025, 09:50 -
Yeniden öğrenci olsaydım?
30 Eylül 2025, 08:32 -
Yeni Bir Kurum Türü: Çocuk Etkinlik ve Oyun Evi
29 Eylül 2025, 18:26 -
ÖZKURBİR Heyetinden Mavigün Eğitim Kurumları’na Ziyaret
29 Eylül 2025, 18:14